Erol Simavi, Dinç Bilgin, Kemal Uzan…
VE ŞİMDİ AYDIN DOĞAN İÇİN SONUN BAŞLANGICI
Doğan Medya Grubu ile AKP iktidarı arasındaki uzun süredir gerilen ipler nihayet koptu. Almanya’daki Türklerin kurduğu Deniz Feneri Derneği hakkında yolsuzluktan açılan davaya ilişkin birtakım iddiaların kendisine de sirayet ettirilmek istenmesi üzerine partisinin İstanbul’daki bir ilçe kongresinde konuşan Başbakan Erdoğan doğrudan patron Aydın Doğan’ı hedef alan sert açıklamalarda bulundu.
Ertesi gün de İstanbul’daki ilçe kongreleri platformunu kullanarak Aydın Doğan ve medya grubu üzerine gidip sarsıcı açıklamalarına devam eden Başbakan Erdoğan; başından beri ilgi duyulmayan bir davanın bitmek üzere iken sonucu beklenmeden yapılan yayınların kasıtlı olduğunu belirterek kendisi ve partisi aleyhine bir kampanyaya dönüştürüldüğünü söyledi.
Doğan Medya Grubunun kendisi ve partisi aleyhine başlattığı kampanyanın Aydın Doğan’ın Hilton Oteline ilişkin bizzat dile getirdiği beklentilerini yerine getirmeyişine bağlayan Başbakan Erdoğan bu yayınlara son verilmediği takdirde fazlasıyla karşılık vermeye devam edeceğini söyledi.
Başbakanın bizzat hedef aldığı Aydın Doğan ise önce bir yazılı açıklama yaparak olayın Alman yargısı tarafından ortaya çıkarıldığını haber yapmalarının normal medya işlevi olduğunu, gösterilen tepkiyi özgür basına tahammülsüzlük ve dikta hevesi olarak niteledi. Arkasından da Kanal-D’ye çıkarak Mehmet Ali Birand’ın sorularına cevap şeklinde konuşan Aydın Doğan Başbakan’ın kendisine biat etmesini isteğini söyleyerek asla biat etmeyeceğim dedi.
Kavga görünüşte Aydın Doğan ve medyası ile Başbakan Erdoğan ve AKP iktidarı arasında gibi gözükse de böyle algılamak çok yanıltıcı olur. Çünkü gerçek kesinlikle böyle değildir.
Nitekim daha önce de bu aynı kavga, Aydın Doğan’ın gazeteleri Erol Simavi’nin elinde iken Başbakan Turgut Özal ve ANAP iktidarı arasında da bu şiddette patlak vermişti. Hatta Başbakan Turgut Özal’a yönelik ANAP kongresindeki suikast girişiminin Erol Simavi tarafından tertiplendiğini uzun süre sonra kardeşi Korkut Özal bir televizyonda açıklamıştı.
Aslında bu kavga 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat askeri müdahale süreçlerinde aşamalar halinde çeşitli sahalarda yürütülen; Türkiye’yi kimin yöneteceğine, demokrasisini kimin işleteceğine ilişkin bir kavga olup tarihi kökleri Meşrutiyet, hatta Tanzimat dönemine kadar uzanmaktadır.
Özünde kavganın bir tarafında sırtını dünya siyonizmine dayayan azınlıkçı Sabetayist Toplum oligarşisi ve onun derin devleti; bir tarafında Selçuklu ve Osmanlı çizgisindeki tarihi kırılmayı oluşturan Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet parantezini kapatmayı amaçlayan Millî Görüş hareketi ve onun artık legal devlet konumuna gelip henüz resmen ilan edilmeyen millî derin devleti vardır.
Bu kavganın, uzun bir soruşturmadan sonra açılmış bulunan Ergenekon Davası karşısında ilk günden beri olabildiğince üç maymunları oynayan Doğan Medya Grubu’nun Almanya’da devam edip karar aşamasına gelen Deniz Feneri Davasını durup dururken Başbakan Erdoğan ve AKP İktidarına sirayet ettirmeye çalışması dikkate alındığında planlı ve programlı olduğunu anlamak zor değildir.
Ayrıca Türkiye’deki Deniz Feneri Derneği, Kanal-7 Televizyonu, eski Refah Partisi ve Başbakan Erdoğan aleyhine kapsamlı bir kampanyaya dönüştürüldüğü de dikkate alınırsa konjonktürel gözükmesine rağmen aslında azınlıkçı Sabetayist Toplum yapılanması ile Millî Görüş arasındaki kadim iktidar mücadelesinin yeni bir safhası olduğu görülebilir.
Başbakan Erdoğan’ın bu kavgayı Doğan Medya Grubuna yönelik olarak Aydın Doğan’ın şahsında ele alması ve Hilton meselesi ile izah etmesi tamamen bir taktiktir. Çünkü bu şekilde olaya yaklaşması, kendini çok iyi kamufle edip gizleyen karşı gücün toplumun gözleri önünde somutlaştırıp anlaşılır hale getirilmesini ve sınırlandırılıp izole edilmesini mümkün kılmaktadır.
Oysa bu kavgayı ne tek başına Başbakan Erdoğan ve AKP iktidarı başlatıp yürütebilir; ne de sadece Aydın Doğan ve Doğan Medya Grubu kendi başına başlatıp sürdürebilir.
Kavgada esas alınan Deniz Feneri Davasının Almanya’dan başlatılıp Türkiye’ye sirayet ettirilmesi, Ergenekon Davasına misilleme olarak dünya siyonizminin marifetiyle örgütlendiği intibaını vermektedir. Özellikle Ergenekon’a misilleme olarak AKP’ye açılan kapatma davasında kapatmama kararı verilmesi üzerine bu yola başvurulması kavganın mahiyeti hakkında değerlendirilmesi gereken önemli ipuçları vermektedir.
Başbakan Erdoğan ile Doğan Medya Patronu Aydın Doğan arasındaki kavganın geniş boyutlarını ve derin köklerini incelemek için tarihi geçmişine bakmak lazım. Bu kavgaya dünya siyonizminin Türkiye’deki uzantısı azınlıkçı Sabetayist Toplum oligarşisinin kurduğu hile rejimi ve köle düzeni yapılanmasına karşı, Adil Düzen ve Yeni Bir Dünya kurmak isteyen Millî Görüş tarafından başlatılan rövanş mücadelesi sürecinin yeni bir safhası olarak bakılmalıdır. Yoksa doğru anlaşılması mümkün değildir.
Tanzimat ve Meşrutiyet sürecini nihayet Cumhuriyet’le sonuçlandıran ve kurucu iradeyi temsil eden azınlıkçı Sabetayist Toplum oligarşisinde; yapılan 27 Mayıs 1960 darbesi sonucu başta askeri ve sivil bürokrasi olmak üzere büyük bir travmaya ve derin çatlaklara yol açtı.
İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında İttihat ve Terakki’nin iktidardaki Almancı kanadını tutuklatıp önde gelenlerini bu ülkeye sürmesi ve kendilerine yakın muhalif kanadını el altından destekleyerek Ankara yönetimini kurdurması ile başlayan Sabetayist aileler arasındaki iç iktidar mücadelesinin yol açtığı bir çatlak vardı. Bu çatlak başarısız İzmir suikastı girişimi ile daha da büyüyüp derinleşti.
İzmir suikastını tertipleyen Almanya’ya sürülen İttihatçıların buradaki adamlarından 17’si idam edilip 150’si yine yurt dışına sürüldü. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan çift kutuplu dünyada Türkiye Batı Bloğunda yer alınca çok partili hayata geçme zorunluluğu doğdu. Bunun üzerine CHP’den ayrılan İttihatçı kökenli bir grubun kurduğu ve kısa sürede oy patlaması yaparak iktidar olan Demokrat Parti, Sabetayist aileler arasındaki bu iç iktidar kavgası için yeni bir safha başlattı.
Demokrat Parti’ye karşı yapılan 27 Mayıs 1960 darbesi de İzmir Suikastının devamı niteliğindeki Sabetayist aileler arası iç iktidar kavgasının bir sonucuydu. Darbenin yol açtığı o karışıklık ve dağınıklık ortamında ordu içerisinde birtakım odaklar oluşup art arda başarısız darbe girişimlerinde bulundular. Bunların sonuncusu 9 Mart 1971’deki başarısız sosyalist darbe girişimiydi. Eğer başarılı olunsaydı o zaman parlak bir gelecek vaat eden CHP’nin genç Genel Sekreteri Bülent Ecevit sosyalist şef olarak ülkenin başına geçirilecekti.
Ordu içerisinde oluşan o çeşitli odaklar furyasında o zamanlar askeri akademide ders vermekte olan Erbakan da bir odak oluşturdu. Bu oluşum 9 Mart darbe girişimini başarısızlığa uğratıp 3 gün sonra tarihi 12 Mart 1971 Muhtırasını verdi.
İlginçtir 12 Mart Muhtırası Amerikancı subaylar tarafından verilmesine karşın, yine Amerikancı Süleyman Demirel’i Başbakanlık koltuğundan, Kissinger’in talebesi diye ünlenen Sabetayist Bülent Ecevit’i de CHP Genel Sekreterliğinden etmişti. Ecevit 12 Mart Muhtırası asıl bana karşı verildi diyerek İsmet İnönü’nün sessizliğini bahane edip görevinden istifa etmişti.
Verilen 12 Mart Muhtırası üzerine kurulan Nihat Erim Hükümetinde Başbakan Yardımcısı yapılmak üzere -tıpkı Kemal Derviş gibi- iki teknokrat olan Sadi Koçaş ve Atilla Karaosmanoğlu ABD’den ithal edildiler. Sonra işin asıl rengi ortaya çıkıp ABD ipleri ellerinden kaçırınca bu hükümeti yıktılar. CHP’li ve Çingene kökenli Başbakan Prof. Dr. Nihat Erim daha sonra 3 resmi koruması ile birlikte bir sol terör örgütüne öldürttürüldü.
12 Mart’ın iki güçlü komutanından biri olan Faruk Gürler ileriki yıllarda Genelkurmay Başkanı olarak TBMM’yi tanklarla kuşatıp Cumhurbaşkanı adayı olmasına karşın Demirel tarafından seçtirilmedi. Ona karşı emekli general Sabetayist Fahri Korutürk evinde pijama ile otururken seçtirilip Köşke gönderildi.
Böylece dünya siyonizmi ve yerli uzantısı azınlıkçı Sabetayist Toplum tarafından desteklenmeyen bir kişinin ordu desteğine sahip olsa da Cumhurbaşkanı seçilemeyeceği gerçekliği Faruk Gürler olayında test edilmiş oldu.
Nitekim 12 Mart’ın diğer etkili komutanı Emekli Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur da o zamanki TBMM’nin en büyük grubu CHP’nin milletvekili olarak aday gösterilmesine rağmen Ecevit’in gizli engellemeleri nedeniyle aylar süren turlar boyunca Cumhurbaşkanı seçilemedi; sonunda 12 Eylül 1980 darbesi yapıldı.
Bu arada durumun mahiyetini gözler önüne serecek bir anekdot aktaralım… 12 Eylül öncesi Cumhurbaşkanlığı seçiminin bu aylar süren sonuçsuz turları devam ederken Erbakan Millî Selamet Partisi Grubunun gizli bir toplantısında şöyle diyor: “Gelin Muhsin Batur’a oy verelim; Cumhurbaşkanı seçilsin. Yoksa askeri darbenin ayak sesleri geliyor; haberiniz olsun.”
Bununu üzerine Konya Milletvekili (eski il müftüsü

Tahir Büyükkörükçü ayağa kalkıyor ve “Beyefendi sen bizden komünistlere oy vermemizi mi istiyorsun? Teessüf ederim” diyor ve öfkeyle kalkıp dışarı çıkıyor. 12 Eylül’den sonra Mamak Askeri Mahkemesinde yargılandığı dönemde bu yaptığından pişmanlık duyarak arkadaşlarına yakınıyor.
Kanaatimizce, Erbakan, grupta sarf ettiği bu sözlerinin Ecevit’e ulaştırılacağını bildiği için; Muhsin Batur’un Cumhurbaşkanı seçilmesi engellensin diye manipülasyon amacıyla böyle konuşmuştur. Çünkü Cumhurbaşkanlığı koltuğuna bir eski Hava Kuvvetleri Komutanı otursaydı 12 Eylül darbesi zor yapılırdı.
Oysa Erbakan darbeyi çok istiyordu. Çünkü 12 Eylül darbesi için -her ne kadar ABD tarafından planlandı ve Ecevit-Demirel ikilisi de el altından destekledi ise de- Kenan Evren ve arkadaşları ile daha önce asıl sözleşen Erbakan idi.
Ecevit ve Demirel ikilisi, sürekli sergiledikleri adeta düşmanlık görüntüsü veren şiddetli siyasi kavgalara rağmen 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de birlikte hareket ettiler. Bu birlikteliklerini 28 Şubat sürecinde ise pervasızca milletin gözleri önünde açıktan yürüttüler.
12 Mart Muhtırası sürecinde gelişmelerin kontrolünü elinden kaçıran ABD bu kez 12 Eylül 1980 darbesini planlayıp örgütleyince Demirel-Ecevit ikilisi de birlikte hareket edip olumlu yaklaştılar. Önce karşı çıkmayarak darbeyi zımnen desteklediler. Ancak kısa süre sonra Kenan Evren ve silah arkadaşlarının da 12 Martçı generaller gibi Erbakan ile birlikte hareket ettikleri tespit edilince bu ikili de tornistan yapıp şiddetle karşı çıkmaya başladı.
Bunun üzerine ABD Yahudi Cemaati Millî Selamet Partili Turgut ve Korkut Özal kardeşlere Kenan Evren’den hesap sorsun diye ANAP’ı kurdurup içerideki uzantılarının desteği ile iktidar yaptı. Ama yine umduğunu bulamayıp hayal kırıklığına uğradı.
Çünkü Turgut Özal Başbakan olduğunda hesap sormak yerine Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile dayanışma ve işbirliği içerisinde hareket etti. Hürriyet Gazetesinin eski patronu basın baronu Sabetayist Erol Simavi tarafından tertiplenen suikasta bu yüzden uğradı.
Bütün bunlar bilinmeden ve göz önünde bulundurulmadan Sedat Simavi’nin gazetelerini devralan Aydın Doğan ile Başbakan Erdoğan’ın bugünkü kavgasının gerçek yüzü görülüp özü kavranamaz.
Birbirinin partneri ve alternatifi konumunda sırayla iktidar ve muhalefet olan CHP ve Adalet Partisi arasındaki sağ-sol mücadele temelinde oluşturulan siyasi yelpaze 12 Eylül 1980 Askeri darbesi sürecinde tahrip edilerek 4 eğilimi birleştiren iki dönem ANAP iktidarı üzerinden adeta silindir gibi geçirildi. Bu arada basını da Sabetayist Toplumun tekelinden çıkarmak üzere çalışmalar yapıldı.
Bu amaçla İngiltere’den davet edilen Kıbrıslı işadamı Asil Nadir’e bir düzineye yakın gazete aldırılarak bu sahaya sokuldu. Şimdi de o döneme ilişkin Sabah Olayı adlı kitaptan bir anekdot aktaralım.
Başbakan Turgut Özal ünlü bir lokantada Erol Simavi’yi yemeğe davet eder. Erol Simavi geldiğinde Başbakan Özal’ın yanında Asil Nadir’i görünce öfkelenip geri gitmek ister ama rica minnet masaya gelip oturmaya razı edilir.
Erol Simavi bir ara Asil Nadir’e şöyle der: Sağda solda “Ben Erol Simavi’nin ağzına s…cağım” diyormuşsun. Oğlum benim ağzıma s….mak için 300 milyon lirayı gözden çıkarman lazım.
Bunun üzerine Asil Nadir yanındaki adamına “Bu bizim para ile ne kadar?” der. Yani Sterlin olarak 300 milyon TL ne tutar diye sorar. Aldığı cevap üzerine Erol Simavi’ye dönüp bu benim için çerez parası der. Erol Simavi de ver ulan 300 milyonu işte ağzım gel et diyerek ağzını açıp yukarı kaldırır. Hava elektriklenince Erol Simavi kalkıp oradan ayrılır, Başbakan Özal ne yapacağını bilemez…
Nihayet Erol Simavi Asil Nadir’in satın aldığı gazeteleri, çalıştırdığı gazetecileri bir bir ihanet ettirip batırdı ve piyasadan çekilmek zorunda bıraktı.
Bunun üzerine İzmir’de Yeni Asır adlı bölge gazetesini çıkartan Dinç Bilgin İstanbul’a çağrılıp Sabah Grubu kurduruldu. Oluk gibi para akıttırılarak desteklenen Dinç Bilgin karşısında sonunda Erol Simavi pes ettirilip gazetelerini Aydın Doğan’a satmak zorunda bırakıldı. Sabah böylece birincilik tahtına oturup basının amiral gemisi unvanını Hürriyet’ten aldı.
Dinç Bilgin de tıpkı Erol Simavi gibi Selanik göçmeni Dönme (Sabetayist) bir gazeteci ailenin çocuğuydu. Aralarındaki ailevi kavga ve rekabetten yararlanılarak başlatılan mücadele sonunda Dinç Bilgin karşısında yenilgiye uğrayan Erol Simavi, içinde doğup hayata gözlerini açtığı basın sektörünü bırakıp Abdi İpekçi gibi postu deldirmemek için Avusturya’ya kaçtı.
28 Şubat sürecinde ise Doğan Medya Grubunun destek ateşi altında bu kez Dinç Bilgin batırıldı. Böylece Aydın Doğan rakipsiz kalarak büyük bir medya kartelinin sahibi oldu.
Siyasi sahaya gelince; ihanetle suçlanıp Yahudi töresi uygulanan Başbakan Turgut Özal ilk suikasttan kıl payı kurtuldu ama can havliyle kaçıp sığındığı Çankaya Köşkünde -ailesinin ısrarlı iddialarına göre- zehirletilerek nihayet işi bitirildi.
Buna karşın Mesut Yılmaz’a teslim edilen ANAP’ın ise 28 Şubat süreci sonunda baraj altına sokulup işi bitirildi.
Yahudi tıpkı ANAP gibi bu kez Millî Görüş’ten yollarını ayıran Tayip Erdoğan ve arkadaşlarına AKP’yi kurdurup iktidar yaptı. Doğan Medya Grubu da bunun için üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirdi.
Ancak tıpkı Başbakan Turgut Özal’ın yolundan gidip dirsek çeviren Başbakan Tayip Erdoğan Yahudi’ye taahhüt ettiği diyeti iktidar olunca ödemeye yanaşmadı. Bu yüzden Yahudi töresini uygulama kararı bu kez Başbakan Erdoğan için alındı.
Devletin aldığı olağanüstü güvenlik ve koruma tedbirleri sayesinde henüz postu deldirtmeyen Başbakan Erdoğan, buna karşın partisi hakkında kapatma davası açılarak siyasi yasaklı yapılmak istendi. Ancak davayı kapatmama kararı ile sonuçlandırınca anlaşıldı ki AYM de artık Yahudi kontrolünde değil!
Azınlıkçı Sabetayist Toplumun bir yapılanması olan Ergenekon hakkında soruşturma tamamlanıp nihayet dava açılırken AKP’ye açılan dava kapatmama kararı ile sonuçlandı. Bu durumda elbette ki dünya siyonizmi ve onun içerideki uzantısı unsurlar eli böğründe gelişmeleri tevekkül ile izleyecek değillerdi…
İşte kısa süren bir sessizlikten sonra fırtına yeniden koptu…
Dünya siyonizminin uzantısı azınlıkçı Sabetayist Toplum oligarşisinin derin devleti ve kurduğu hile rejimi ve köle düzeni karşısında Millî Görüş tarafından başlatılan Adil Düzen, Yeniden Büyük Türkiye liderliğinde İslam Birliği ve Yeni Bir Dünya projesi şu anda AKP iktidarı tarafından yürütülüyor!
Nitekim Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, hile rejimi ve köle düzeni tarafından verilen cezasını af etmesi üzerine bir teşekkür konuşması yapan Millî Görüş lideri Erbakan; “onlar sizi af etti; siz de onları af ediyor musunuz” şeklindeki soruya onlar her zaman bizim kardeşlerimiz, talebelerimiz, evlatlarımızdır diyerek cevap verdi.
Başbakan Erdoğan ile medya patronu Aydın Doğan arasındaki kavgaya, Millî Görüş tarafından hile rejimi ve köle düzeni karşısında başlatılan rövanş mücadelesinin yeni bir aşaması olarak bakmayanlar olup biteni anlamada yine yanılacaklardır. 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan süreçlerine bir bütün olarak bakmayanlar, tek tek ağaçlara bakıp ormanı bütün olarak göremeyenler gibi büyük gerçeği idrak edemezler.
Her vesile ile dile getirip iftihar ettiğimiz muazzam gerçek şudur: Tüm bu süreçler boyunca bu rövanş mücadelesini çok istikrarlı bir şekilde Millî Görüş üstün bir başarı ile bugünlere getirdi.
Ne var ki kamuoyuna Başbakan Erdoğan ve AKP iktidarı ile Aydın Doğan ve Doğan Medya Grubu arasındaki bir kavga olarak yansıtılması her iki tarafın da işine gelmektedir. Çünkü toplumun bu kavgayı algılaması ancak somutlaştırılıp boyutlarının görülebilir şekilde belirlenmesi halinde mümkün olabilecektir.
Kaldı ki her iki taraf için de belirlenen somut hedefler stratejik ve hayati önemi olan iki büyük güçtür. Biri, henüz bir seçimden yeni çıkmış ezici bir çoğunluğa sahip AKP iktidarıdır. Karşısındaki ise ülkenin en eski ve köklü gazetelerine, en etkin ve saygın yazarlarına sahip en büyük medya grubudur. Bu iki büyük güçten hangisi bertaraf edilse diğeri için muhteşem bir başarı ve muazzam bir kazanım olacaktır.
Birden parlayıp alevlenen ve alabildiğine kızışan kavgada Doğan Medya Grubu Başbakan Erdoğan’ı Tansu Çiller’in akıbetine uğratmakla tehdit ediyor ama bu bir boş blöften öte bir şey değil.
Ezici bir çoğunlukla rakipsiz olarak AKP iktidarına ilaveten en yakın adamını Cumhurbaşkanı seçtirip Köşke gönderen Başbakan Erdoğan’ın bugünkü konumu ile o günkü adeta kılıç artığı bir DYP’ye sahip Tansu Çiller’in konumu bir mi tutuluyor?
Kaldı ki o zaman da Aydın Doğan ve medya grubunun Tansu Çiller’e yüklenerek destek verdiği Mesut Yılmaz ve ANAP daha büyük hezimete uğratıldı. Yani örnek gösterilip blöf yapılan konu da Aydın Doğan ve medya grubunun bir hezimetinden başka bir şey değildir.
Başbakan Erdoğan’a cevap vermesi için Mehmet Ali Birand’ın Kanal-D stüdyosuna konuk ettiği patronu Aydın Doğan’a yönelttiği ve karşılığını alamadığı bir soru şöyleydi: Peki bu işin sonu nereye varacak?
Biz cevaplayalım Aydın Doğan’ın cevaplayamadığı bu soruyu:
Bu kavganın varacağı yer şu örneklerde saklı:
1-Hürriyet’in daha önceki sahibi rakipsiz basın baronu Erol Simavi, çok daha güçlü bir konumda iken, hile rejimi ve köle düzeni de henüz gıcır durumda iken sırtı yere getirilip soluğunu can havliyle Yahudi’nin bir yeryüzü cenneti yaptığı Avusturya’da aldı.
2-Erol Simavi’nin yenilgisine vesile olup tahtına oturmaya heveslenen Dinç Bilgin ise durumunu Habertürk Televizyonunun kendisi ile yaptığı söyleşide şu veciz cümle ile özetledi: Ben bankamı ve medya grubumu kaybettim. Şu anda geçimimi bile temin edemiyorum. Buna rağmen hortumcu olarak anılıyorum!
3- Motorola ve NOKİA tarafından 4 milyar $ ödemeye mahkûm edilerek devlet aleyhine çevrilen ve kendini dünya siyonizminin kucağına atan Kemal Uzan ise çiftliğindeki tavuklara, mahzendeki şaraplarına kadar her şeyi haraç mezat satıldıktan sonra firari olarak yurt dışında hala sürüm sürüm sürünüyor!
Aydın Doğan ve medya grubu şu anda kesinlikle bunların hiç biri kadar güçlü bir konumda değildir. Karşısında ise alternatifi olmayan, yerine konulacak bir şey bulunmayan çok güçlü bir iktidar var.
Bu iktidar farzımuhal yenilgiye uğrasa yerine konacak bir iktidar yoktur. Askeri darbe ise ihtimal dışı kalmış bir konudur.
Buna karşın Aydın Doğan Dinç Bilgin gibi kodese tıkılıp Kemal Uzan gibi medya organları haraç mezat satılırsa Sabah Grubu Doğan Grubunu aratmayacak şekilde birincilik tahtına oturuverir, herhangi bir boşluk bile oluşturmaz, tarihin karanlığına gömülüp gider.
AKP’ye açılan kapatma davasının sonucu AYM’nin de iktidar kontrolünde olduğunu gösterdiği gibi adli yılın açılışında yaptığı konuşma laik kesimin beklentilerinden çok uzak olan Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker de iktidara çok uzak olmadığını gösterdi. Geriye elde var Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok! Ondan da ne köy olur ne kasaba.
Ana muhalefet CHP’ye gelince… Azınlıkçı Sabetayist Toplumun hedefinde bulunan Deniz Baykal yönetiminde kaldıkça dışı başkasını içi onların yüreklerini yakan kangren olmuş bir yaradır.
Zaten AKP Lideri olarak seçim dışında bırakılan Recep Tayip Erdoğan’ı Siirt Formülü ile milletvekili seçtirip Başbakanlık yolunu açan bizzat Deniz Baykal değil miydi? Önde gelen birçok Sabetayist unsur Deniz Baykal’ın bugün de Başbakan Erdoğan ile en az o günkü kadar birlikte hareket ettiğinden asla şüphe etmediğini açık seçik ifade ediyor.
Çok uzatmayalım… Bu kavga Aydın Doğan’ın kesin yenilgisi ve Doğan Medya Grubunun haraç mezat satılıp el değiştirmesiyle sonuçlanacaktır.
İlginçtir; bugüne kadar Millî Görüş karşıtı medya organları çökertilip batırılmadılar... Bu kuruluşlar bir milli değer olarak korunup geliştirilerek el değiştirilmeleri sağlandı.
Bu kez de yine öyle olacak. Doğan Medya Grubu batırılmayacak sadece el değiştirecek.
Nitekim bu bir ilk değil, kaçıncı örnek…
Evet, bu kadar basit.